5 Eylül 2012 Çarşamba

Blue Valentine (Aşk ve Küller)




Ryan Gosling obsesyonumun beni izlemeye sevkettiği bir başka mükemmel film "Blue Valentine". Filmleri ilk etapta Ryan Gosling için biriktirenler bir yerden sonra "Güzel filmler içinde Ryan olduğu için mi güzeldir, yoksa Ryan hep güzel filmleri seçip mi oynar ?" derler.

Bunun cevabını henüz veremesem de, son zamanlarda obsesyonumun izinden gidip Gosling filmografisi takip etmek bana çok güzel filmler kazandırdı...




Filmin meşhur posteri.

O altta yazan "A LOVE STORY" mi ?

İlk başta güldüm, "Filmdeki ironik durumlar henüz poster üzerindeyken başlamış!" diye, fakat sonra karar veremedim.

Çünkü içerisinde aşk olmayan bir aşk hikayesiydi. Tek farkı, aşkın bulutlar arasında paraşütle süzülen halindense; yerin, yer yüzünün tam ortasına çakılmış halini ele almasıydı.

Hakikaten, aşkın görebileceğimiz en kasvetli halini, en gerçekçi haliyle izledim.


"Dean" tahsili olmayan, ne iş olursa yaparım diyen bir adam. Çok yakışıklı, çok kuvvetli. Fakat ona asıl kimliğini kazandıran özelliği vicdanı. İş, arkadaşlık, kadınlar konusunda inanılmaz bir vicdana sahip. Konu yaşlılar olunca vicdanı acımaya, arkadaşları olunca güvenilirliğe, kadınlar olunca ise "aşk"a dönüşüyor.

Aşk her zaman "her şey"i kapsadığı için, Dean'in kadınlarla ilgili görüşü de "hayata dair her şey" oluveriyor.





Okuyan, entellektüel kız "Cindy". Tartışma ortamının bol olduğu bir aile yapısına sahipken hayatı sorguluyor, gelecekte nasıl bir ebeveyn olacağını merak ediyor. Kalburüstü bir hayat sürdüğü için, yapması gereken tek şey okuluna devam etmek ve hayatın tadını çıkarmak. 





Dean vakitsiz vaktinde romantizm düşleyip, gelecekte bir gün, hamallığını yaptığı tüm kolilerin arasından sıyrılıp yaba elleriyle bir kadını kucaklamayı hayal ederken, Cindy bağlılık yoksunu hareketli ilişkiler sürdürüyor.

Dean aşkı durup dururken hayal ediyor. Cindy faal bir ortamda aşksız ilişkiler arasında "acaba ne zaman aşık olacağım ve bunun farkına varacağım"ın cevabını aramaya çalışıyor.



Bu noktada toplumdaki erkek ve kadın rol modellerinin epey dışına çıkılıyor. Bizim alıştığımız erkek figürü Cindy, kadın figürü Dean olup çıkıyor.

Hikayemize göre ve hatta Dean'in hamal arkadaşları arasında sarf ettiği bir kaç söze de göre:



"Esas romantikler her zaman erkekler. Erkekler muhteşem bir kadınla karşılaştıkları zaman dünyalarını herkese kapatır ve o en bilindik sözü söylerler: Bu kızı kaçırmamalıyım! Erkekler mutluluğu bu anda sezip sıkı sıkı tutarlar. Kadınlar ise mutluluk konusunda tatminsiz, dipsiz birer kuyudurlar. Hayatları boyunca "karşılaştırma" yaparlar. öyle ki sahip oldukları erkekler onlara hiç bir zaman yeterli gelmez, hep daha iyisi var mı diye etrafı kolaçan eder ve gizli gizli "beyaz atlı prens"lerini aramayı asla bırakmazlar."



Dean ve Cindy ilgisiz bir yerde ilgisiz bir şekilde tanışırlar. Dean Cindy'ye tarifsiz bir şekilde aşık olur, Cindy ise en son ilişkisinden (partnerinden) kaynaklı, geleceği belirsiz bir hamilelik başlangıcında olduğu için mutsuz ve kafası karışık bir durumdadır.
Bir yerden sonra bebeğini aldıramayacağını fark eder. Dean'le bu durumu paylaştığında, aşık Dean imdadına yetişir ve onunla aile kurmak istediğini söyler.
Çaresiz durumdaki Cindy teklifi kabul eder.

 Fakat;

Olayın buradan sonraki "fakat"ları çok fazla.
Hikaye hiç bir zaman göründüğü şekilde seyretmiyor çünkü. Cindy aslında "kurtulduğunu" zanneder, fakat asıl kurtarılan Dean'dir.

Hayatta aşık olduğu insanla evlenebilme şansına nazır az insan vardır ve bir şekilde, hayatının bir noktasında Dean bunu başarmış olur.

Geri kalan o kurtarılmaya bağlı minnet duygusu ve Dean'in inanılmaz yakışıklılığıyla Cindy de aşık olduğunu ve aşık evlendiğini zanneder. Fakat bu bir aşk evliliğinden ziyade bir durum evliliğidir ve Cindy çok büyük bir hata yapmış olur. Önünü göremez ya da o vaziyet içerisindeyken görmek dahi istemez.




Elindeki tek kıymetli şey ailesi olan Dean, doğan küçük Frankie'ye inanılmaz bir biçimde bağlanır. Baba ile kız arasındaki en küçük oynaşmalar bile seyirciyi ağlatacak cinsten. Öyle temiz, öyle sevimli...





Fakat birbirine göre olmama durumu Cindy'nin asla peşini bırakmaz.
Film zaten bütünüyle bu "reacher and settler" mevzusuna dayalı.

Hikayedeki uzanan Dean, bırakan Cindy.
Dean uzandıkça mutlu oluyor, ailesinden başka kimseyi gözü görmüyor ama Cindy bıraktıkça huzursuzlaşıyor.

Cindy'nin hedefleri farklı, hayallerini gerçekleştirmek istiyor.

Madden değil ama manen iyi bir refah düzeyinde yaşamak istiyor.

Tartıştıklarında bile Dean'in argümanı o kadar kısıtlı ki, Cindy tartışmanın ortasında olsa dahi ona ancak sinirleri boşalmış bir şekilde kahkaha atarak cevap verebiliyor.


Aralarındaki -Cindy'den kaynaklı- soğukluğu Dean hamleler yaparak savuşturmak istiyor. 1-2 gecelik otel kaçamakları ayarlıyor, Cindy ile yine bir şeyler paylaşmak istiyor fakat Cindy içten içe öğürerek Dean'i geri çeviriyor.


Çünkü o "bu" erkeğe layık değil. Hayatı kızıyla oyun oynamak, meselelere ciddiyetsiz yaklaşmak ve eşiyle sevişmekten ibaret biriyle olmak istemiyor.

Karşısında gerçekten konuştuğu takdirde dinleyebileceği, ona yol gösteren birisi olsun istiyor.




Bir sahnede, Dean Cindy'ye yaklaşır ve onunla birlikte olmak istediğini tavırlarıyla belli eder. Cindy onu geri çevirir. Dean ikinci adımı atıp bir çocuk sahibi olmayı teklif ettiğinde Cindy sessiz kalır.

İşte ölümcül sessizlik.

Gördüğüm ve bilebildiğim kadarıyla, bir kadın çocuk sahibi olmak isteyip istemediğini -eğer eşinden eminse- net bir şekilde bilir. Buna verilen cevap evet ya da hayır olduğu müddetçe bu konu dünya-çocuk-annelik üçgeninde çarpışır. Fakat bu soruya verilen sessizlik yanıtı doğrudan eşe bir saldırı niteliği taşır. Orada mesele aslında dünyaya ve kendi ailesine bir çocuk kazandırıp kazandırmamaktan ziyade "eşle" bir çocuk paylaşmaktır. Nitekim konu eşten bağımsız olduğu sürece herhangi bir kırıcılık ve inciticilik faktörü taşımayacağından o soruya verilecek yanıt bir "hayır çünkü...." ya da "evet çünkü....." kadar basittir.



Filmde bolca flashback var. Umutların başlangıcı ve zamanla umutların soluşu (çoğunlukla Cindy'nin gözünden bakıldığında) o kadar net görünüyor ki.

Gençliğin ve tüm o ışıltının ne kadar ölümlü olduğunu, önünü göremeden verilen kararların ne kadar tahribata yol açtığını apaçık görmemek imkansız oluyor.


Belki de filmin en yıpratıcı anları onlar.


Çünkü izleyen, çiftin "bugünleri çökerken, geçmişlerinin yükselmesini" istemiyor.
Bugünün kasveti bizi alıp götürmüşken, ilişkilerinin o ilk kıvılcımları, evliliğe karar veriş ve içinde mutluluk parıltıları olan her şey, sonu kötü biten hikayeyle endeksleniyor ve anlamını yitiriyor.


İlk bakışta film "evlilik ve durağanlaşma" izlenimi veriyor fakat asıl hayal kırıklığının uyumsuz evlilikten kaynaklandığını görmek pek zaman almıyor.





Bu filmi izlerken bir kaç sahne bana "The Notebook"u hatırlattı.

"Uygunsuzluk bu kadar önemli mi?" dedim kendi kendime. Oysa Notebook ne kadar farklı bir şekilde ilerlemişti. Yine aşık bir düşük sosyokültürel yapı erkeği ve üst sınıf kız vardı, fakat orada daha masalsı bir aşka şahit olmuştuk.

İşte tam olarak bu yüzden "Blue Valentine" , "The Notebook" gibi ağızdan ağıza yayılıp sempatisi arttırılabilecek bir film değil.

Gerçek olmayacağını  bildiğimiz bir masal yüzümüze yüzümüze vuruluyor ve belki inanmamakta direniyoruz bu filmde.

Evliliğin bir duygu patlamasından ziyade, uzun düşünmeler sonucu verilmesi gereken bir karar olduğuna dikkat kesiliyoruz.



"Blue Valentine"da inanılmaz oyunculuklar izledim.
Sanki film sessiz bir film olmuş olsaydı bile Michelle Williams ve Ryan Gosling'in yüzünden bütün replikler dökülecekti.

Film içerisindeki tüm duygular, tüm sahneler inanılmazdı. İlişkilerin, ayrılıkların kasvetli yüzünü gözlemleyebilmek için izlenmesi gereken gerçekçi bir film, "Blue Valentine".




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder