30 Ağustos 2012 Perşembe

Müzikal

Müzikaller çok efsane şeyler.
Dansın, müziğin ve tiyatronun birleşip aynı sanatçı tarafından ortaya konduğu, hakkıyla icra edildiğinde belki de dünyanın en zor eğlendirme biçimi.

Müzikalin tanımlamalarla açıklanamayacağına inanıyorum;
Dünya'dan bir kaç eser:

CHICAGO'dan "Roxie"

CABARET'den "Mein Herr"

GENTELMEN PREFER BLONDES

GODSPELL'den "Day By Day"

HAIR'den "Easy To Be Hard"


Müzikaller, müzikal filmler; hep büyülü ve ihtişamlı. Çok fazla gösteriş var, sanatçı bütünüyle gövde gösterisi yapıyor çünkü kanıtlamak zorunda olduğu bir sesi, tiyatral yeteneği ve dansı var.

6 Eylül'de konservatuarımda gireceğim sınav beni bu büyülü dünyaya kabul eder mi, şimdilik bilemiyorum ama ben çoktan kendimi ona kaptırdım bile :)

23 Ağustos 2012 Perşembe

In A Manner Of Speaking I Just Want To Say;




in a manner of speaking i just want to say; that i could never forget the way, you told me everything by saying nothing.
in a manner of speaking i don't understand; 
how love in silence becomes reprimand, but the way that i feel about you is beyond the words.

Günah Şehri (Sin City)

Herkesin hayata bakışını büyük ölçüde değiştiren bir fantastik filmi vardır, işte ben şimdi bütün duyguları baştan yaşayacağım.



Fantastik öğelerin her türlüsüne her an karşı olan ben şu ana dek 2 film karşısında duruldum; biri kesinlikle Matrix diğeri Sin City.

Filmin cast timi bir kadro değil adeta bir efsane geçidi. Kimler, kimler yok...

Frank Miller'ın aynı adla gelmiş çizgi roman serisinin beyaz perdeye taşınmış hali olan film her haliyle ışıltılı ve gösterişli anlayacağınız.


İhtiras dolu bir sahneye, akabinde de bir filme adım atıyoruz galiba diyip yerimizi koltukta sağlamlaştırırken, iki dakika otuzuncu saniyede "ihanet"e uğruyoruz. Josh Hartnett orada tetiği çekerek yalnızca Marley Shelton'ı öldürmekle kalmadı, ilan-ı aşk edildiği anda yumuşayıp gevşemiş tüm seyirciyi öldürüp mecburiyetle tekrardan diriltti.

Sonraki sahnelerde kendimizi mafya-derin devlet-din-polis çemberinde buluruz, nitekim hikaye burada çoğullaşır ve her biri birbirinden harika oyunculardan oluşan karakterlere bölünür.






Film boyunca karakterlerin iç sesleri zaten anlamış olduğunuz olayı bi parça komikleştirerek iyice kafanıza yerleştirir. İç sesler herhangi bir açıklayıcılık içermekten ziyade yalnızca karakter ağzından, karakter ağzı mizahı yapmaya yarar.

Hikayeye dahil olan ilginç karakterlerden bir tanesi şüphesiz genç kızların (bilmiyorum rolü çekici bulmayan varsa yalnız ben de üzerime alınabilirim) sevgilisi: Marv.


 Marv'ın muhteşemliği, kalın derili, iri yarı ve daima yara                      
 bere içerisindeki görünümünden ziyade; o dev haliyle
 tam bir aşık olmasından ve hikaye boyunca varoluş
 sebebinin "Goldie" ve "Goldie'nin intikamı" olmasından ileri geliyor.




Marv hikayenin başından sonuna kadar tam bir çılgın, yenilmez ve fikrinden döndürülemez biri. İroninin sempatiye dönüştüğü ve kızların kalbini tuttuğu nokta da, hikaye içerisindeki hemen herkesten katı olan Marv'ın söz konusu Goldie ve ölümü iken sınır tanımayan bir duygusala dönüşmesi.




Yalnız bununla da sınırlı değil!
Sonraki sahnelerde karşılaştığımız "Fahişeler Kenti" ve kent sakinleriyle aynı kareye giren Marv, sorguya çekildiği anda kadınlar tarafından sandalyeye bağlanır ve yüzüne silah kabzasıyla bir biri ardına sağlam darbeler yer...


Bir süre sonra kadınlarla sözlü uzlaşmaya vardığında, halatları kendiliğinden, sessizce çözüp uzaklaştıran Marv'a karşısında dikilmekte olan kadınlar inanamazlar: 
"Kaçabileceğin halde niçin kaçmadın ?" derler.

Nihayetinde Marv'dan gelen cevap:


           Tanrım! İşte tam olarak şu an sessizlik istiyorum... Neyse evet işte filmin absürdlüğüyle en çarpıcı sahnesi buydu :)


Bir diğer enteresan karakter de "Kevin".
Kardinal dışında kimseyle konuşmamış, sesini duyamadığımız toy görünümlü yamyam. Karşısındaki rakibiyle yakın dövüş esnasındaki atikliği ve esnekliği çok ilginçti.



Ve öldüğü esnada bile yüzünden silinmemiş olan sinir bozucu ifadesi...



Eliaj Wood mükemmel bir "Kevin"dı.



Kişisel bir Benicio Del Toro
hayranı olarak Jackie Boy'lu tüm sahneleri gözlerimi kırpmadan izledim elbette.







Film boyu Yellow Bastard Roark Jr.'ın turuncu pekmezini akıtmak istedim. Neyse ki bunu benim yerime sevgili Hartigan icra etti.


Hartigan ve Nancy ilişkisi filmi noktalayan hüzün oldu. Masum bir polis-kurtarılan küçük kız hikayesinin aşka dönüşmesi, tüm mektuplaşmaları çok duygulu ve çok güzeldi.




Filmin renksizliği, oyuncuların başarısı, çizgi romanın sinemaya kusursuz aktarılışı insanı gerçekten bambaşka bir dünyaya sokuyor. Bu filmden etkilenmemek, bittiğinde "Dünya kötü, dünya acımasız ve dünya boş..." tesiriyle uzaklara bakıp Marv'laşmamak imkansız.
 Her şeyiyle düşünülmüş, uğraşılmış mükemmelleşmiş bir filmdi, "Sin City".

Keşf-i Albüm: HTRK - Marry Me Tonight

Yeni keşfim HTRK'in (Hate Rock Trio) Marry Me Tonight albümü.
Nerde nasıl oldu bilmiyorum ama grubun ilk olarak "She's Seventeen"ini dinleyip çok etkilendim.


Grup 2003 yılında kurulur gibi olmuş, 2004 gibi prodüktörlerin ilgilerini üzerlerinde toparlayıp 2009'da bahsi geçen albüm raflara dizilmiş. Bunu 2011'deki "Work, Work, Work" takip ettiyse de benim ilgim şu an MMT'ta.
Gelelim Marry Me Tonight gözdem Rent Boy'a;




Küçük Tıkırtılar

Şöyle ara sıra duyulan tıkırtılar vardır, hem içerde hem dışarda,
Nasıl tarif etsem... İnce uçlu sızılar gibi, küçük küçük elektrik çarpıntıları gibi.
Mutluluğa mı işarettir mutsuzluğa mı bilinmez.
Yalnızca irkilirsin ve bir şeylerin seni ayakta tuttuğuna emin olursun.
Hayatta olduğunu düşünüp, bunun üzerine hiç ama hiç bir şey hissetmezsin.


Şimdi ya da Asla (The Bucket List)

Tatlı-aksi ihtiyarlar hangimizin hayatında yoktur ki ?
Onlar sinirlidir, agresiftir; zaman zaman saldırganlaştıklarında illa ki geçerli birer sebepleri vardır fakat aynı zamanda bir o kadar da sevgi doludurlar. Dolu olduklarına aldanmayın, saklamayı-saklanmayı iyi bilirler ve bunu pek o kadar da göstermezler!



Bu şeker film, hayatının sonuna geldiğinin bilincinde olan ve tam bu süreçte karşılaşmış iki erkeğin, iki koca adamın, hikayesini anlatıyor.

Amerikan Sineması işbu "üzücü" durumu kendi tekniğiyle yine şekerlere, balonlara; pembe yastıklara sarıyor ve biz yaşamını noktalamak üzre olan bu iki insanın hüzünlü son aylarının hüznünü bir kenara bırakıp keyfine ortak oluyoruz, nitekim film boyunca bize empoze edilmek istenen durum da bu "zararın kâra dönüştüğü, son umutların beslendiği yaşam süreci".



Filmde işlenen iki temel konu var. Biri sevgi diğeri hayattan keyif alabilme becerisi. Sevgi noktasında bana göre iki ana karakter de birer çıkmazda. Sevgiyi göstermenin önemi burada pekiştiriliyor, izleyene alttan alta "sevdiğin insana, ailene koş ve onu sevdiğini söyle hayatın henüz sonlanmadan!" veriştirmesi de es geçilmiyor tabiî.

Hayattan keyif alabilme becerisi ise bir yeterince sermayesi bulunmayan, averaj düzeyde yaşayan ve tüm parasını yaşama-aileye harcadığı için bunu başaramayan aile babasıyla; hayatı boyunca para kazanmak için çalışmış, bunu milyoner olmak yoluyla elde etmiş fakat çok paranın getirdiği çok sıradanlığa ve çok sorumluluk altında zamansızlaşmaya engel olamamış bir hastane sahibi "big boss" ile aktarılıyor.



Filmin bu noktası, hayattan keyif alabilmek "parayla ya da parasızlıkla ilintili değil" demek istemiyor; meseleye daha gerçekçi ve daha döneme uygun bir yaklaşımla, "hayattan alınan keyif vaktin ve paranın doğru kullanılmasıyla, gerçekten ne istediğini bilmekle ilgili" diyor.

Böylece ortada artık ölümle yaşamın ayırdına varmış, birbirine destek, yeterli malî düzeye sahip ve ne istediğini bilen iki entellektüel ihtiyar buluyoruz ve maceralarına ortak oluyoruz.



Filmin bana göre en ama en önemli ve onu diğer filmlerden ayıran noktası karakterler arasındaki düzeyli ve kültürce gelişkin espri yeteneğiydi. Bu noktada Justin Zackham'a imrenmemek elde değil, film metni hem düşünürüp hem güldürüp hem de kişiyi hoşnut bırakan konuşmalardan oluşuyor. İzleyici bu iki tecrübe sahibi yaşlının hayata, aşka, dine, aktüele dair görüşlerinden çok fazla şey öğreniyor.

Filmin -Morgan Freeman'ın aksine- gizli "narrator"ı, zeki asistan Thomas-Tommy ama esas adı "Matthew" olan Sean Hayes'in rolünün de hakkını vermek lazım.


Hem yüze yerleştirdiği gülümsemelerle hem de zihne yerleştirdiği akılcı diyaloglarla son derece keyifli bir film; "The Bucket List".

Not: Filmden sonra kendi "Bucket List"ini oluşturmayı aklından geçirmeyen yoktur eminim. Ben mi ? 30 maddeyi geçtim bile! :)





Sırp Filmi (Srpski Film)

Nasıl başlasam bilemiyorum. Sırp filmi bir yumruk gibi, bir kütle gibi çöküyor insanın üstüne. Göğsüme oturdu, bir süre orada ikamet etti. 1-2 aylık bir sürecin sonunda pis kokulu nefesini ve ağır bavullarını toparladı toparlamasına fakat bana bıraktığı düşünceler ve kare kare ölümcül sahneler baki kaldı.

Bu filmi seyrettiğim için kendimi şanslı mı görsem yoksa huzursuzlaşsam mı bilemedim. Fakat şimdi azar azar yerleştirebiliyorum düşüncelerimi...


Film bence ona en uygun kapak resmine sahip. Sırp Filmi protestliğin en vurucu örneği. Kapaktaki ana karakter Milosh'un o çığlıklı, haykırışlı ve az buçuk dehşetli ifadesi filmin başından sonuna kadar her saniyesini özetliyor. Gerek izleyip filmin algısına ulaşan izleyici, gerek bu algıyı empoze etmeye çalışan tüm film ekibi -iki farklı grup da- esasında 104 dakikayı bu ifadeyle noktalıyor.

Film insana görüntünün ardını göstermeyi hedefliyor. Bu esnada görüntü sizi öyle çok sarsıyor ki, görüntünün ardındaki düşüncenin ne kadar güçlü olduğuna baştan ikna olmuş oluyorsunuz.

Filmin temeli "porno sektörü"ne dayalı. Baş karakter eskiden porno oyunculuğu yapmış sonra evlenip ailesini oluşturmuş sıradan bir adam. Baş karakterin etkileşimde olduğu insanlar da ailesi ve porno sektörü hizmetkarlarıyla sınırlı. Film boyunca pornonun her türlüsüne rastlamak mümkün. Ölüm pornosundan tutun sadist-mazoşist pornoya, çocuk pornosuna, yetişkin pornosuna kadar, "porno kültürü" sonuna kadar kullanılmış.

Akılda kalıcılık ve "rahatsızlıkla bağlantılı etkileyicilik" söz konusuyken de bana bu tema amaca çok uygun ve doğru geliyor.


Filmdeki şiddet ve tüm brutal öğeler başlı başına kalsalar bu kadar yıkıcı bir misyon üstlenemezler bana kalırsa. Sapkın bir yönetmenin sapkın filmi olarak kültleşir, frapan bir türün simgesi olur ve belki de "gore" türde beğenilere sahip kişiliklerin başucu eseri olurdu. Kimilerinin "hasta" olarak nitelendirip, kimilerinin "muhteşem" diyebileceği bir ölçüde.

Fakat filmdeki brutal öğeler içerisinde duygusallık ve ahlak barındıran bir dünyaya, bir "aile"ye müdahil oluyor!

İşte seyirci üzerinde tüm "yıkım"ın başladığı, filmin içerisindeki tüm "fikir"lerin empoze edilmeye başlandığı, filmi yalnız brutal bir film olmaktan çıkarıp ardındaki felsefi duruşu izleyiciye aktarmaya başladığı temel nokta bu.



Filmi çöplük bir görsel eziyetten, etkili ve düşündürücü bir yapıta dönüştüren kırılma noktası bu.

Haliyle akıl almıyor. Akıllara zarar geliyor. Büyük harflerle tekrarlıyoruz: A-İ-L-E ! Üzülüyoruz mutlu olmaya çalışan bir ailenin iç ve dış kuvvetlerce film boyunca çökertilişine.

Filmin içerisinde Sırbistan, Avrupa, Amerika, Rusya kısacası Yugoslavya'yla tarihi boyunca ilişkide bulunmuş her türlü yer üstü ve yer altı millet var. Bu durumlar filmdeki kurum ve karakterlerle simgeleştiriliyor ve aslında filmin yıkıcı etkisi tükendiğinde geri dönüp bakıldığında çok kolay analiz ediliyor.



Bu anlamda ilk seferde, bu politik altyapıdan habersizken izlendiğinde, zihin görselliğe takılı kaldığından, film kendini çok çok kolay ele vermiyor.

Filmden kalan güzel şeylerden biri de soundtrack'i. Wikluh Sky - Pazi Sta Radis parçası elektronik-dubstep müzikten hoşlananların seveceği, hoş bir parça.


Sonuç olarak bu film ciddi ya da gayriciddi film sevenler için değil, kendini görsellikteki iğretiye kaptırmadan filmin anafikrine odaklamak isteyecekler için. Seyir boyunca göze çarpacak iğretiyi ve ruh yıpratıcı sahneleri uykusuz bir kaç gece ile tamamlamaya razı olup kafasını kurcalatmayı sevenler, tatlı rahatı sevmeyenler için.

 Filmde hoşa gidecek ya da ruhu okşayacak tek bir sahne yok!

İzlenilesi olmayan izlenmesi gereken bir film "Sırp Filmi". dünya siyasetinin; birliğini, kendini koruyamamış ülkelerin, saldırıya uğramış hayatların anlatıldığı, "gerçeklerin acı olduğu" bir film.

Ağır Roman


"KOLERA MAHALLESİNE HOŞGELDİNİZ!" diyor sanki, içinde film yönetmeni Mustafa Altıoklar'ın da bulunduğu bu üç film anlatıcısı.

Neden "Ağır Roman", niçin Taksim-Tarlabaşı ve oraya atfedilmiş masalsı bir yaşantı ?

Hepsinden önce yanı başımızda kendimizden bu kadar uzak bu kadar uçuk yaşamların döndüğünü görmek ürpertiyor insanı. Sonra kendine doğru çekiyor: "Ben senin bilinmeyen yüzünüm, ben senin ardında kalanım ve kurutmak istediğin sinekli dereyim."

Hiç nefret ettiğiniz birine bir müddet sonra aşık olduğunuz oldu mu ? Ya da sevimsiz bulduğunuz bir şeyi daha sonra çok istediğiniz ?

"Ağır Roman"a ben biraz böyle bakıyorum. O görmek istemediğimiz yüzümüz. Çamaşırlarımızın asla asılı olmayacağı, iki balkon arası dar sokakların hikayesi.Önce itiyor, "Pislik, pislik..." diyorsun, sonra çekiyor kendine, ulaşılmaz ve dokunulmaz geliyor... Eksik hissediyorsun...



Sokaklar ne kadar darsa, hayatlar da öyle. Bütün dünyayı tanıdığını sanan babayiğitler ve hanımefendiler; yalnız kendi sokaklarından sorumlular, yalnız kendi yaşamlarından, günü kurtarmaktan; anı yaşamaktan...

Filmin barındırdığı uyuşturan madde birikimi saymakla bitmez. Ama bu uyuşukluk silsilesi sadece maddelerle sınırlı değil. Onlar için "aşk" da bir uyuşturucu, "ekmek kavgası" da. Hayatlarına dahil olan her küçük durum bir uyuşturan ve onlar daima uyuşturulanlar. Çünkü o her küçük duruma öylesine kaptırıyorlar ki kendilerini, öylesine hissediyorlar ki o esnada tutundukları meseleyi, her an her yerde bütün duygularla ve bütün amaçlarla uyuşturulmaya hazırlar. O günün macerası bittiğinde, şehir insanının ayağını uzatıp çayını demlediği saatlerde ise onlar bu boşluğu bu sefer en bilindik yollardan uyuşturularak geçiriyorlar. İşte bizim aşina olduklarımız bu anda devreye giriyor; esrarlar sarılıyor, tinerler koklanıyor, sigaralar ateş kullanmaksızın peş peşe yakılıp kadehler-şişeler ağızlara götürülüyor.

İnsanlar birbirini sevmek için sebep peşinde koşmuyor. "Aşk" demek hata olur, onların duygularının tavan yaptığı durumun adı "sevda". Anlamı eş bile olsa, daha derin, daha içten.


Bu nefesi seyrederken içine çekmeyen var mıdır ? Sevdiği kişinin dumanında boğulmayı arzu etmeyen ?

Kolera'da tüm yaşam duygularla kurulu. Belki zaman zaman kirleniyor, kiretiliyor, alet olunuyor ama o mahallenin temel para birimi "güdüler". Bütün o içtenlik orada doğuyor zaten. Filmdeki temel kaos onlara kimlik kazandıran duyguların para-hile-haraç üçgeninde harcanmasından doğuyor. Bütün çatışmalar, kabadayılık gösterileri kimliğini kaybetmeyi reddeden güruhla bunu boş veren, parayla saadeti tercih eden güruh arasında. Bunun dışında genel kimliğin duygulardan sıyrıldığıı tek bir anı dahi yok.



İşte böyle geçip gidiyor film üzerinizden. Binlerce duyguyu hissettirerek, tadılmamış anlara belki bir parça imrendirerek. "Neler var, neler oluyor ?" dedirterek.


Kolera'da çok derin bir sevda izledim. Çok güzel, çok huzurluydu. Tina'nın kalbi Salih'e yaklaştıkça, başından beri aşkla tutuşmuş olan Salih hiç habersizken, hicapla sevdiğinin yüzüne bakarken; tam vaktinde Tina'nın içinde doğan alevle umutlandım. "Akşama bana uğra!" diyen Tina'ya Salih'in cevabı göz süzmeli bir "Bakarız..." olduğunda ben koltuğumdan sıçradım, o anlamlı bakışların ardındaki sözleri bir bir işittim: "Gelirim, hep gelirim, yine gelirim, ne olursa olsun... Ne olacağı varsa beri gelsin; bütün gece kokunu içime çeker gecenin sonunda intiharıma razı gelirim! Sana aşığım, ölüme, ölümüne..."

Tina'nın yüzüne atılan jilet darbesiyle Salih'in göğsünü tam orta yerinden çizmesiyle irkildim. "Ona gelen bana gelmiştir, kadınıma dokunan o darbe benim bağrımı iki yana ayırmıştır! " diyen iç sesi yine en yüksek haliyle duydum. Onurlandım. Kadını için savaşan, kendini kadınına bir sayan her onurlu erkek adına onurlandım. Verilmek istenen gerçek sevgiyi gördüm, bir anda tüm hücrelerimde hissettim.

İşte o düğün sahnesinde ağır ağır oynanan Roman Havası böyle üzerimden geldi geçti. Düşüncelerle, özlemlerle ama hep iyi halleriyle anacağım özel bir filmi rafa kaldırmış oldum.