12 Eylül 2012 Çarşamba

Incendies (İçimdeki Yangın)




2010 Kanada yapımlı bir film.

Lübnan asıllı Kanadalı Wajdi Mouwad'ın tiyatro oyunu daha sonradan Dennis Villeneuve eşliğinde sinema perdesine aktarılır.





Eserin sahibi Mouwad gibi Incendies de Kanada'da yaşayan bir Lübnan hikayesidir.


Dünyada varolmuş ve varolacak olan tüm acı gerçekleri mükemmel bir kurguyla birbirine bağlar film. Buna iyi oyunculuklar eklenir ve ortaya izleyenin aklından atamayacağı bir 130 dakika çıkar.
                                                                     

                                                                     ***

Ben tohumları Orta Doğu'ya ekilmiş olup da iç burkmayan bir hikayeyle hiç karşılaşmadım. "Bu hep böyle midir ?" diye merak edip etrafıma sordum, onlar da karşılaşmamış.

Geçirdiği en şanlı, en tertipli bürokrasilerde, toplumsal düzenlerde dahi Orta Doğu'da hep kanayan bir yara var.

Dünyanın başka yerlerinde yok mu ? Var.

Ama bana göre; "insanların güçlüler/zenginler tarafından koyun gibi güdüldüğü", "etki altında kalarak birbirine düşürüldüğü", "kardeşlerin hala birbirini öldürmekte olduğu", "savaşlardan belini doğrultamamış", "cahil/aç/açıkta bırakılıp kötü yetiştirilmiş, dolayısıyla çoğu zaman 'dinle dejenere olup' kendini temize çıkaramamış"; böylece "Müslüman olmak ve olmamak meselesi hep saldırganlıkla/terörle eş tutulmuş" bir coğrafya daha yoktur Dünya üzerinde.

Dolayısıyla hep acı, hikayeler hep hüzünlü.

Derinlerde ciddi bir kültür birikimi var, son derece ağırbaşlı ve oturmuş cinsten; yüzyıllarca üzerine eklene eklene dağ olmuş cinsten. Fakat bunu yalnız gelenek-görenek seviyesinde değerlendirip sosyal yaşamında geçmişinden asla ders alamayan bir eksiklikten söz ediyoruz.

En başa dönüyor.
Dolayısıyla hep acı, hikayeler hep hüzünlü.


                                                                       ***






Sıradan 2 çocuk annesi bir kadının aslında hiç de sıradan olmayan hikayesi ölümünden sonra ortaya çıkar.
Kadının hayat hikayesi o kadar acıklıdır ki, tamamını kendisinin dahi ölümüne sayılı günler kala öğrenmesini bir kenara bırakın, yaşarken kimselere söyleyemez.

Bütün hayal kırıklıkları, göz yaşları, kelimelere dökülür ve çocuklarına, çocuklarının ölmüş sandığı babalarına birer mektup olup kalır.







Film boyunca Nawal Marwan'ın hayatına geri dönüşler izleriz. Gençliği, erişkinliği çok sürükleyici bir şekilde akar gider.


Filmin her saniyesinde Lübnan'ın iç savaşları gözler önüne serilir. İyiden iyiye karışmış bir düzenin kadını olmak ne demek anlarız.


Üstelik ortada sabit dengeler de yoktur. Taraflar sürekli değişmekte; toplumsal hakimiyet savaşı habire Müslümanlar, Hristiyanlar, direnişçiler, mülteciler arasında dönüp durmaktadır.
Bir an bir safda yer alan ertesi gün gözünü kırpmadan karşı safa geçer, ortada oturmuş bir değer uğruna verilmiş bir savaş yoktur.



Buna rağmen sokaklar her daim kan gölü, yıkık dökük.



Aslında henüz ilk sahnelerde o dizi dizi yetimhane çocuklarının saç tıraşıyla anlarız neyle karşı karşıya olduğumuzu.

Bilinmezliğe doğru, içleri kinle doldurulmuş küçük baloncuklar olarak savaş alanlarına uçurulur o çocuklar.




Filmin sonlarına doğru Allen Altman da aynı sözcüğü kullanır. "Kin" bu anlaşmazlıkların baş sebebidir.

Bu kısım önemli, çünkü topuğu üç küçük nokta dövmeli çocuğun gözlerindeki kin onu ileride atik bir nişancıya, bir işkenceciye, bir cellada, bir tecavüzcüye; hayatını çoktan mahvettiğinde ise sıradan bir insana dönüştürür.







Aynı kin zor dönemlerde bir kadını hayata karşı savunmasız ve dirayetsiz kılar. Öyle ki kendi duvarlarını kendi örmek zorunda kalır, kendi sığınaklarını yaratır. Nawal güç bela alıp yarıda bırakmak zorunda kaldığı üniversite eğitimi ile siyasi bir dergide çalışır. Hayat karşısında yalnızlık çeken kadının artık tek dayanağı fikirleri, tek ailesi ideolojisi çemberinde birleştiği arkadaşları olur. İradesini çelikten yapar ve bu uğurda gözünü kırpmadan tetiği çeker.







Bu ona acıların en büyüğünü yaşatacak olan hapishane yaşamının kapılarını aralar. Aklı başında; kendisi,  çevresi, ülkesi için verimli olabilecek bir kadın; çürümüş bir hapishane hücresine, kokuşmuş zihniyetlerin arasına sıkışıp kalır.


15 sene boyunca acıların en büyüklerini yaşar, fakat acıları hapishane eşiğini geçtikten sonra da onun peşini bırakmaz.


Peki siyasi düşüncelere sahip olmak hep bir kin temeline mi dayanır ?
Siyasi düşüncelere sahip olmak hep sonu acıyla biten hapis yaşamları mı getirir ?
Refah düzeyi bu tekrar edip durduğum "kin"den arınmış düzenlerde siyaset bir gerekliliktir, ancak bu hikayede olduğu gibi yaşamlar ölüm ve kalım arasında siyasetin tam göbeğine konduğu, bütün sınırlar ihlal edildiği anda bir tehlike arz eder.







Aslında filmin kilit noktasını oluşturan drama daha önceden Oldboy'da rastlamıştık. Fakat Oldboy'da bu durum tek yönlü olarak veriliyordu.

Ensest, Incendies'de ancak bütün dramın acıklı bir sonucu. Çünkü hikaye karakterlerinin bağlantı şekli ve olay gelişimi son derece doğal ilerliyor. Oldboy'da dış etkenlerce kasıtlı olarak verilen çarpık ilişki bu filmde doğal seyirde ilerleyince izleyen üzerindeki duygusal çöküntü daha da artıyor.


Filmde aile dramı, ailenin bütün fertlerince öğrenildiğinde herkes bir suskunluğa gömülür. Bu suskunluk filmin bitişine denk geldiği için "susmanın" somutlaşmasını da izlemiş olmak beni mutlu etti.
Son sahnelerde, mezar başındaki an da öyle. O sahne benim aklımda hep "olan oldu, hayat devam ediyor" fikrini dile getirecek.


Bu postere sonradan rastladım. Kim hazırlamış bilmiyorum ama illüstrasyon gerçekten başarılı olmuş. Çanak-Süt-Yavru-Ana birleşimi sanki filmin dramını özetliyor.



Hikayenin en başında, henüz Nawal'ın mektubu çocuklarına ilk defa okunurken bir cümle telaffuz edilir:

"Çocukluk insanın boğazına oturan bir yumru gibidir, kolay kolay yutulmaz."

Çok etkileyici, çok güzel.

Çocukluğu savaş alanlarında, aile kavgalarında, imkansızlıklarda, şanssızlıklarda ya da hiç tanımadığı kimselerin ellerinde yumru olup boğazına takılmış kim varsa...
Umarım, bir gün onu boğazından söküp atabilmek için kendi yolunu bulur.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder